YOK OLAN DİLLER, KÜTÜPHANELER VE EKOSİSTEM
- TKD Istanbul Subesi
- 3 gün önce
- 5 dakikada okunur

Dilleri yalnızca mükemmel birer iletişimsel araç olmanın ötesinde düşünmek çoğu zaman aklımıza gelen bir şey değildir, bunun için pek kafa yormayız. Fakat dilleri yalnızca iletişimsel bir araç olmanın ötesinde düşünmek istediğimizde, aslında ister yaygın bir dil olsun ister tehlike altında bir dil olsun, her bir dilin insanlığın birikimsel bilgi deposunda ne denli kayda değer olduğunu görmeye başlarız. Nitekim her bir dil, basitçe teknik bir araç olmanın çok ötesinde, dünyayı bitmek bilmeyen anlamlandırma çabasının birer sonucudur ve bu haliyle, her bir dil, aslında yalnızca o dili kullananlar için değil, insanlığın gelecek nesillere aktarılacak kültürel birikimi için de büyük anlam ifade etmektedir. Bunu devasa bir kütüphane ve içindeki kitaplar olarak da düşünebiliriz. Tıpkı kütüphanelerde gelecek nesillere aktarılmak için korunan kitaplar gibi diller de belki daha soyut düzlemde de olsa, ihtiva ettikleri bilgiler ve anlamlandırma çerçeveleri ile gelecek nesillere aktarılacak insanlığın ortak entelektüel hafızasını oluşturmaktadır. Bu yüzden bir dil arkasında iz bırakmadan, başka deyişle faal olarak konuşanları kalmadığında ve herhangi bir şekilde kayıt altına alınmadan yok olduğunda bu arkasında bir kara delik bırakması anlamına gelecektir ve olası etkileri, yalnızca istatistiksel bir kayıp olarak değil, bir bütün olarak insanlığın birikimsel bilgi deposundaki ve anlam çeşitliliğindeki açılacak bir boşlukta ve dahası, ekosistemin sürdürülebilirliği boyutunda kendini gösterecektir. Nitekim tehlike altında olan, dahası yok olan dillerin önemli bir kısmı, doğa ile yakın ilişkide olan küçük yerel topluluklar tarafından konuşulmaktadır ve bekleneceği üzere, yerel ekosistem ile girilen çok yönlü ilişkinin bir yansıması olarak doğal çevreye oldukça duyarlıdır ve büyük olasılıkla da, modern tekniklerin olabileceğinden daha fazla doğayla uyumludur. Böyle bakılabildiğinde, dil ölümlerinin neden kaygı verici ve önemli olduğu daha anlaşılır olmaktadır ve dahası üzerinde düşünmeye başlamak için bizleri uyarmaktadır.
Taylor (1996, s. 74) “insan kültürlerinin hepsinde, tüm insanlığa söylenecek önemli bir şeylerin bulunduğunun kabul edilmesi”nden söz etmektedir. Her ne kadar dil ile kültürün doğrudan aynı şeyler olduğu söylenemezse de Taylor’ın bu deyişini, pekâlâ her bir dil için de düşünebiliriz. Crystal (2010, s.51) da dillerin çeşitliliğinin geleneksel kültürel zenginliğimiz olduğunu ve insanî olarak ifade gücümüzü yansıttığını ifade etmektedir. Öyleyse bir dil yok olduğunda kültürel zenginliğimizden ve anlam çeşitliliğine karşılık gelen ifade gücümüzden, dahası ortak bilgi depomuza potansiyel katkılardan bir şeyler eksiliyor demektir. Kuşkusuz günümüzde Batı’dan ve belli küresel merkezlerden yayılan bilginin hegemonikleştiği göz önüne alındığında, yok olan ya da tehlike altında olan dillerin insanlığın ortak bilgi deposuna katacaklarını göz ardı etmek çok kolaydır. Ancak insanlar da dahil canlı hayatın var kalması ile doğrudan ilişkili olan ekosisteme dair bilgiler söz konusu olduğunda böyle düşünmeyi tehlikeli bir umursamazlığa benzetebiliriz. Nitekim ekosisteme yönelik bozucu etkiler, yalnızca canlı çeşitliliğinin azalmasından kaynaklanmıyor; çoğu zaman göz ardı edilmiş olsa dahi, dilsel çeşitlilik ile biyolojik çeşitlilik ve dolayısıyla ekosistem arasında da kayda değer bir ilişkinin olduğu söylenebilir. Nettle ve Romine’in Kaybolan Sesler isimli kitabının tezlerinden biri budur. Gerçekten de Nettle ve Romaine’in son derece inandırıcı bir şekilde gösterdiği gibi, biyolojik çeşitliliğin yoğun olduğu dönenceler arasındaki bölgelerde, dilsel çeşitliğin de yoğun olması ve hatta neredeyse örtüşmeleri, dilsel çeşitlilik ile biyolojik çeşitliliğin yakın ilişkide olabileceğini düşündürmektedir. Dönenceler arasında yer alan tropikal ormanlar ve bölgeler, dünya canlı türlerinin %50-90’ına yaşam alanı sunmaktadır (Nettle ve Romaine, 2002, s.64-65). Örneğin dil araştırmaları için önemli bir veritabanı olan Ethnologue’de yer alan bilgilere göre dünya canlı türlerinin önemli bir kısmına ev sahipliği yapan Papua Yeni Gine’de, bugüne dek 840 farklı dil kaydedilmiştir ve bunların 12’si ölü dil olarak sınıflandırılmışken, 314’ü de tehlike altında kabul edilmektedir (karşılaştırma yapmak adına, Türkiye’de birisi yok olan olmak üzere 20 dil kaydedildiğini söyleyebiliriz). Yine Ethnologue’da yer alan bilgilere göre, dünya üzerinde 7,159 dil kaydedilmiş durumdadır ve bu dillerden 3,193’ü, başka deyişle yaklaşık %44’ü tehlike altındadır. Harita incelendiğinde, bu dillerin dönenceler arasında kalan kuşakta yoğunlaştığı kolayca görülebilmektedir (Ethnologue, 2025). Bu kuşağın aynı zamanda ekosistemin kararlılığı açısından ne denli kilit önemde bölgeler olduğu hesaba katıldığında, dilsel çeşitliliğin korunmasının önemi de kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Yerli halkların, çevrelerindeki türsel çeşitliliğe dair, her şeyden önce işlev gözetilerek oluşturageldikleri geleneksel sınıflandırmaları, Batılı bilim insanlarının oluşturdukları “bilimsel” taksonomilere göre, ekolojik çevreyle çok daha duyarlı gibi görünmektedir. Tekil dil grupları; besin toplama, hastalıkları iyileştirme ve ekolojik nişlerindeki unsurlarla girdikleri mücadele konularında, yerli halkların buldukları benzersiz çözümlerini yansıtan özelleşmiş sözcüklere sahiptir (Linden, 1991, s.46).
Nettle ve Romaine (2002, s.73)’in verdiği şu örnek bu anlamda düşünülmeye değerdir: Filipinler’de dağlık ve yoğun ormanlık Mindora adasında yaşayan 12,000 kişilik Haunoolar, kendi çevrelerine dair 450 tip hayvanı, 1500 bitkiyi ayırt edebilmektedirler ve bölge bitkilerine ilişkinin Batı bilimininkinden 400 bitki daha fazladır bu. Şimdi bir de, bu gibi bilgilerin Batılı bilim insanlarınca ya da herhangi bir şekilde kayıt altına alınmadığını hayal edelim. Büyük ihtimalle, bir gün önce olduğu gibi, yarın olduğunda da hiçbir şey olmamış gibi modern şehirlerimizde yaşamaya devam edeceğiz; içerdiği tüm kaybolan bilgileriyle birlikte bir yerel dil, İngilizce gibi evrensel bir dilin varlığında bizi hiç etkilemeyecektir. Mevcut bilgilerimizle ve İngilizce’mizle yaşayabildiğimiz sürece sorun yok gibidir. Ne ki, bir dil yok olduğunda bundan yalnızca bir dilbilimci ya da o dilin içeriğindeki, yerel ekolojik çevreyi yansıtan bilgilerin varlığından haberdar olan çevreci bir aktivist etkilenmez; bundan uzun vadede tüm insanlık etkilenir. Amazon ormanlarının giderek küçülmesinden sanırım kaygı duyuyoruz; ama aynı ormanlar yok olurken, o bölgede yaşayan yerli halkların ve dillerin yok olmasından da kaygı duyabiliriz. Zira kaybedilen ormanlarla birlikte, dengeli ve sürdürülebilir ekosistemi ayakta tutabilecek bilgiler de kaybolmaktadır.
Neyse ki, günümüzde, kaybolan dillerin insanlığın toplam bilgi birikimine ve ekosisteme olan olumsuz etkisini dikkate alan bilim insanlarının ve sıradan insanların sayısı artıyor gibi. Bu ilginin, yalnızca kârı düşünen dev şirketler ve onlara alan açan politikacılar karşısında ne kadar başarılı olacağını kestirmek zor; zaman zaman, önemli başarılar elde edildiğini takip edebiliyoruz. Yine de karamsar olmak için hâlâ sebeplerimiz var. Hâlâ birçok yerli halk (diğer canlı türleri ile birlikte) yerlerinden ediliyor, (sözde gönüllü olarak) dillerini ve geleneksel yöntemlerini terk etmeleri için üzerlerindeki kültürel, ekonomik ve politik baskılar devam ediyor.
Öte yandan insanlığın ortak bilgi birikimini ve entelektüel hafızasını gerek fiziksel gerekse dijital formda saklayan, koruyan ve kullanıma sunan kütüphaneler, tehlike altındaki diller söz konusu olduğunda dillerin var kalma savaşımlarında önemli bir güç merkezi olabilir. Günümüzde önemli bir başlık haline gelen sürdürülebilirlik ilkeleri doğrultusunda yeniden veya sıfırdan dizayn edilen kütüphaneleri yalnızca altyapı ve binanın doğal-yapay çevresi ile ilişkisi bağlamında ele aldığımızda bunun eksik kalacağını söylemek mümkün. Sürdürülebilir kütüphaneleri, dünya çapında güzel örneklerini de gördüğümüz üzere, daha geniş bir sürdürülebilirlik perspektifi içinde değerlendirmek zorundayız. Geleneksel işleviyle bilgiyi muhafaza etmek ve yayılmasına zemin sağlamak yanında, ekosistemin kararlığı bağlamında eşsiz bilgiler barındıran, özellikle de tehlike altındaki yerel dillerin muhafazası konusunda, devletler de dahil olmak üzere birçok paydaşla yürütülecek çalışmalarda kütüphaneler de aktif rol alabilmelidir. Böylece uçsuz bucaksız doğanın kitapları sayılabilecek diller, gelecek nesiller için birer rehber olma işlevini koruyabileceklerdir.
Daha önce 2017 yılında Perspektif dergisinde yayınlanmıştır. Bu yayın güncellenmiş ve kısaltılmış halidir.
Kaynaklar
Crystal, D. (2010). Dillerin katli, 2.bs. (G. Cansız, Çev.). İstanbul: Profil Yayıncılık.
Ethnologue (2025). Ethnologue. https://www.ethnologue.com/
Linden, E. (1991). Lost Tribes, Lost Knowledge. Time. https://time.com/archive/6718611/lost-tribes-lost-knowledge/
Nettle, D. ve S. Romaine. (2002). Kaybolan diller: dünya dillerinin yok oluş süreci. (H.Ö. Turgan, Çev.). İstanbul: Oğlak Yayıncılık.
Taylor, C. (1996). Tanınma politikası. A. Gutmann (Ed.), Çokkültürcülük (ss.42-84) içinde. İstanbul: YKY.



